BEKLEMEYİ ÖĞRENMEK
Demet Altuntaş Gökçay
İstanbul
Salgın sürecinde evlerin içinde yaşananlarla ilgili birçok hikâye dinledim. Tek başına eve kapananlar, çiftler, çocuklu aileler... Bu dönemi yalnız geçirenler evde bir başka insanın varlığını özledi, başkalarıyla geçirenler zaman zaman tek başınalığı… Benim hikâyem iki kişilikti. Dışarıdan eve girebilecek virüs tehdidinin karşısında tek değildim, sürekli evde kalmanın bunaltısını da iki kişi birlikte kovmaya çalıştık. Birimizin dışarıya çıkıp gelmesi, eve sadece virüs getirme riskini değil, bir gerginlik taşıma riskini de barındırıyordu.
Genel bir bekleyiş halindeydik. Salgına ilişkin haberleri, ilaçları, aşıları, belirsizliğin geçmesini ve daha birçok şeyi sürekli bekledik; çarşı pazardan aldığımızı dolaba yerleştirmek için bile bekledik. Sabah evden gideni akşama kadar bekledik. Sevdiğimiz eve girdiğinde hemen öpemedik, elini yüzünü yıkamasını, üstünü değiştirmesini bekledik. Bekledikçe, beklemeyi daha yakından tanımış olduk. Yakından tanıyınca seveceğimiz çok az insan, çok az şey varmış, öyle derler.
Hayatın eve sığacağı söylendiyse de çoğu ev gibi bizimki de hayatın sığacağı kadar büyük değildi ki bence boyutundan bağımsız bütün evler küçüktür. Yine de vitaminlerle, sağlıklı besinlerle, kolonyalarla evde bekledik. Doğal alanı olmayan bir evi benimseyen ama gözünü camdan alamayan bir kedi gibi uyumlu olamadık belki, baharı bekleyen ıtır gibi sabırlı da olamadık ama huzursuz, çocuksu ve gergin bekleme halleri; zamanla daha huzurlu ve yetişkin bir bekleme haline dönüşebiliyormuş, onu öğrendik.
Editör: Yücel Tunca